Skip to main content

Etiket: business

Yanlış İnsan Yoktur, Yanlış Pozisyon Vardır

İş hayatında karşılaştığımız temel sorunlardan birisi de insan kaynağı seçimi ve sürdürülebilir iş ilişkilerinin tesis edilmesinde yaşanmaktadır. İnsan kaynağı seçimi için tanımlanan kriterler genelde bilgi ve beceri etrafında odaklanır. Tahsil durumu, geçmiş deneyimler, sertifikalar ilk sorulan sorulardır. Elbette buna sigara, ehliyet, yabancı dil, medeni durum, askerlik gibi farklı başlıklar da eklenir fakat bunların tamamı sübjektif bilgilerdir ve vardır veya yoktur.

Ben şirketlerin bir ruhu olduğunu düşünenlerdenim. Kendince bir kültürü ve iş görme şekli oluşur zaman içerisinde. Elbette bazı radikal adımlar tüm bunları değiştirmeye muktedirse de normal seyrinde bırakılan her şirket kendi kimliğini oluşturur. Bu kimlik personel arası ilişkilerde, yönetici ve personeli arasındaki ilişki de hatta kaynak kullanımı gibi alanlarda mutlaka devredir. Satışlarda avans isteme, müşteri takibi, tedarik yönetimi, yazıcıdan çıktı alma gibi birçok alakalı alakasız alanda şirket içinde bir doğrular ve yanlışlar seti gizlice oluşur. Doğru yönetilen organizasyonlar, bu değerler kümesini yönlendirerek şirketin lehine sonuçlar vermesini sağlayacak şekilde oluştururlar.

Kendince bir ruhu olan bir yapıya yeni bir paydaş davet edeceğinizde bu gerçek de dikkate alınmalıdır. Yetkin bir insanla karşılaştığımızda acaba bizim bünyeye uyar mı sorusuna da cevap aranmalıdır. Bu soruyu sorabilmek için şirket yapısını tanımak, yeni adayı tanımak ve referans sorgulamasında doğru bilgileri derleyebilmek gerekir. Yapılan en temel yanlış daha ilk adımdan kaynaklanır. Çoğu vakıada aslında işe alacak olan kişi, şirketi tanımadığı veya bu durumu dikkate almadığı için sorunlar yaşanır. Nasıl ki personel işverenin beklentilerini karşılamalı ise iş yeri de işçinin beklentilerine hitap etmelidir. Yıllarca şantiyede çalışmış bir kişiye masa başı iş teklif etmek veya tam tersi bir pozisyonlama ne kadar sürdürülebilirdir? Yıllarca plazalarda çalışmış bir personel bir sanayi sitesinde çalışmaya başladığında kendisine gelecek ilk ciddi teklifi niçin değerlendirmesin? Örnekleri uzatmak mümkün fakat netice aynı noktayı işaret edecek: Doğru işe doğru yerleştirme.

Yanlış kişi yoktur, yanlış pozisyon vardır yaklaşımı tam da bu sonucun mahsulüdür. Farklı bir iş yerinde çok başarılı olacak bir kişi ile farklı çalışanlarla çok iyi iş ilişkileri oluşturmuş bir firma illaki de uyumlu ve başarılı bir iş ilişkisi oluşturmak zorunda değildir. Pekâlâ, yeni oluşan bu ilişki bir hezimete dönüşebilir. Burada hem işverenin hem de çalışanın teklifi yaparken veya kabul ederken dikkatten kaçırdığı gerçekler sorunun temelini oluşturacaktır. Her uyuşmazlık bir hezimet doğurmayacaktır. Eğer uyuşmazlıklar biliniyorsa insanlar bu yönü yönetebilirler, önemli olan farkında olmaktır.

Şirket yöneticilerinin öncelikle şirketlerini tanımaları gerekiyor. Eğer varsa düzeltilmesi gereken hususlar için aksiyonlar alınması gerekiyor. Eğer şirketin genel yapısının olumlu olduğu düşünülüyor ise bu bünyeye eklenecek yeni takım arkadaşlarının seçiminde “şirket ile uyum” başlığının değerlendirme listesine önemli hususlar başlığı altında eklenmesi gerekiyor.

Her uyumsuzluk bir ayrılığı dayatmasa da yönetilemez boyuta gelen uyumsuzlukları sürdürmek iki tarafa da zarar verecektir. Karşılaşılacak temel sıkıntılar, iki taraf içinde özgüven kaybı, gereksiz stres, iş kayıpları, diğer personelin olumsuz etkilenmesi, takımda anlam ifade eden bireylerin iş değiştirmesi ve elbette mutsuz bir hayat olarak sıralanabilir. Unutulmamalıdır ki iş hayatı kaliteli bir hayat sürdürmek için vardır. Eğer işiniz size bunu sunamıyorsa anlamsızlaşır. Kaliteli hayatın birinci unsuru ise huzurdur. İş yerinize gelirken ki duygularınız huzurun varlığını ve yokluğunu hemen ele verecektir. Bu bağlamda deneme süreleri çok iyi yönetilmeli ve sorun çıkarıcı uyumsuzluklar öngörülmeye çalışılmalıdır. Bu durumda iki tarafın da mağdur olmayacağı çözümler üretmek ise kaliteli bir toplum inşası için çok ciddi katkılar sağlayacaktır.

Yeni Nesil ÖKC’Ler içim Dial-Up Erişim

POS cihazlarının aynı zamanda yazarkasa olarak kullanılması dünyada ilk defa Türkiye’de yapılan bir uygulamadır. Türk yazılım ve donanım üreticilerinin işbirliği ile hayata geçirilen bu sistem dünyada örnek olmuş ve birçok ülke buna benzer bir yol izlemek için gerekli çalışmalara başlamıştır.

Öncelikle GPRS poslarda mecbur olan bu uygulama standart yazarkasaları da kapsayacak şekilde genişletilmektedir. Masaüstü cihazlarında bu kapsama girmesi planlanmaktadır. Bu kasalarda GPRS port olmamasından dolayı alternatif biz çözüm ihtiyacı ortaya çıkmıştır.

Dial up modemler eski ama güvenilir bir çözüm olup uygun maliyeti ile masaüstü POS cihazları için can simidi olarak ortaya çıkmıştır. Halen kredi kartı sistemlerinde yoğun olarak kullanılan dia lup teknolojisi bundan sonra masaüstü POS cihazları için de kullanılacaktır.

Türk Telekom tarafından masa üstü POS cihazlarına hizmet vermek üzere kurulan sisteme tedarikçi olarak katkı vermiş olmaktan mutluluk duymaktayız.

STN2681 ürünlerin ilk kullanılacağı proje olması bizi ayrıca heyecanlandırmaktadır. Türkiye’de üretilen ve İran pazarında yoğunluklu olarak sattığımız STN2611 ürünlerinin modüler şase içinde sunulmasını sağlayan STN 2681 ürünleri ETSI standartlarına uygun olarak tasarlanmıştır.

STN2681 ürünleri ISDN portları üzerinden Türk Telekom ağına bağlanmakta ve 14.400 bps hızına kadar modemlerin bağlanmasına imkan vermektedir.

V32BİS, V32, V23 gibi protokolleri destekleyen STN2681 ailesi V90 protokolünü de bu sene içinde desteklemeye başlayacaktır.

PPP protokolü ile bağlanan POS cihazlarından gelen bilgileri IP olarak paketleyen STN2681 bilgilerin güvenli olarak iletilmesini de mümkün kılmaktadır.

Keymile XMC 20 ile SIP Protokolu Kullanarak Açık Hat Telefonu Çözümü Sunmak

SIP IP telefon konusunda ortak bir standarttır. IP sistemler uygulamada bariz avantajlara sahip olmakla birlikte en temel problemi bakır kablolardan en fazla 100 metre mesafeye kadar IP telefon kullanılabilmesidir.

TCDD hatlarında açık hat telefonu kullanılması UIC tarafından şart koşulan bir durumdur. Açık hat telefonları ise adından da anlaşılabileceği gibi TCDD hatlarında açık ortamlarda kullanılmaktadır. Bu telefonlar bazen en yakın istasyona 20 km mesafede olabilmektedir.

TCDD açık hatlarında fiber optik kablo da mevcut olmakla birlikte en temel problem bu noktalara enerji getirmek için yine ayrı bir bakır kabloya ihtiyaç duyulmaktadır.

Keymile XMC 20 ürünleri SIP gateway olarak kullanılabilmektedir. Tek bir kart ile 912 analog abone verebilen Keymile XMC20 ürünü bu analog aboneleri SDH üzerinden ve MPLS-TP üzerinde (devre emülasyonu sayesinde) uzak istasyonlara taşıyabilmektedir.

Merkezde kullanılan Telesis X1 telefon santralinin SIP aboneleri Keymile XMC20 üzerinde TDM protokolüne çevrilmekte ve istasyonlarda FXS olarak verilmektedir.

FSXS aboneler 0,9 mm bakır telefon kablosu üzerinden 20+ Km mesafeye kadar çalışmaktadır.

ÖZELLİKLER

  • Analog erişim (PSTN) ve ISDN erişim sağlar
  • Genel kontrol, link kontrol, port kontrol, koruma, BCC protokolleri, PSTN ve ISDN mesajlarını destekler
  • LE den AN ye doğru ETSI FSK CLIP bilgisinin taşınması desteklenir
  • İstendiğinde aynı santralda bazı aboneleri AN`nin bir parçası olarak tanıtabilme, geri kalan abonelerin de normal santral abonesi olarak çalışabilmesine imkan sağlamaktadır

Telesis telefon santrallarına özgü çok özel bir kabiliyet de, V5.2 , SIP protokolü ve diğer sinyalleşme sistemlerinin aynı santral üzerinde karışık bir şekilde uygulanabilmesidir. Aynı Telesis telefon santralı üzerinde:

  • İstenen aboneler (bazı E1 linkleri ile beraber) bir başka santralın AN üniteleri olarak programlanabilirler
  • İstenen E1 linkleri V5.2 LE protokolünü kullanarak, başka AN ekipmanlarına bağlanabilirler
  • İstenen abone ve trank arayüzleri, daha önce olduğu gibi normal santral çalışmalarına devam edebilirler

Elektrik Otomasyon Projelerinde 3G Router Kullanımı

Elektrik şebekelerinin uzaktan kontrol ve kumandası tüm elektrik dağıtım şirketleri, elektrik üreticileri ve elektrik kullanıcıları için önemli bir konudur. Elektrik tesislerinin önemli bir bölümü şehir dışında ve bazen Telekom servis sağlayıcılarının sınırları dışında bulunmaktadır. Bu nedenle mobil iletişim bu sahalar için hızlı ekonomik ve pratik bir çözüm olarak gündeme gelmektedir.

3G şebekesi üzerinden çalışan router’lar kullanıcılara uzaktan kontrol ve kumanda için gerekli olan bant genişliğini sağlamakta hızlı kurulum ve devreye alma imkanı vermektedir.

Bu şebekede kullanılan 3G router’ların sağlaması gereken bazı özellikler bulunmaktadır. Genel olarak endüstriyel ortamlarda kullanılmak üzere tasarlanmış bu ürünlerin sahip olması gereken özelliklerden bazıları aşağıda sıralanmıştır.

ORTAM

Trafo merkezlerinde ortamdaki sıcaklığı değişebilir bu nedenle ürünlerin -20 +65 C’de çalışacak şekilde tasarlanmış olmaları gerekmektedir.

3G Router ciddi bir elektromanyetik alan altında çalışmaktadır bu nedenle bu manyetik ortamda çalışmak için gerekli olan aşağıdaki standartlarla uyumlu olmalıdır.

  • EMC Class A
  • Radiated Class A
  • IEC 61 000-4-2 Class 4 (Elektrostatik boşalım)
  • IEC 61 000-4-3 Class 4 (elektromanyetik radyasyon ve radyo dalgaları)
  • IEC 61 000-4-4 Class 4 (Elektriksel hızlı değişim)
  • IEC 61 000-4-5 Class 4 (Şok)
  • IEC 61 000-4-8 Class 4 (frekanslı elektromanyetizma)
  • IEC 61 000-4-10/11/12

Güvenli bir iletişim için 3G üzerinden kriptolu iletişimi desteklemelidir.

IPSEC, GRE, Open VPN vs.

Farklı ağları yedeklemek için VRRP desteklenmelidir. Bu sayede ADSL/G.SHDSL gibi kablolu bağlantıda kullanılan router’larda oluşacak bir arıza tolere edilebilir.

Ayrıca eski tip PLC/RTU’ların bağlanması için seri portunun bulunması ve seri Mod-Bus iletişimi Mod-Bus TCP’ye çevirebilecek yeteneklere sahip olması bazı uygulamalar için ihtiyaç olabilir.

Sahadaki uygulamalar dikkate alındığında ürünün DC voltajla beslenmesi, DIN tipi raylara monte edilebilmesi ve alarm çıkışlarının olması avantaj sağlayacaktır.

İş Sağlığı ve Güvenliği Geçim Kapısı mı Hayat Tarzı mı?

İş sağlığı ve güvenliği ile ilgili oluşan gündem ve alınan tedbirler yeterli olmasa da ciddi iyileşmeleri beraberinde getirdi. Bununla birlikte bir yaşam tarzı ve bilinci olması gereken güvenlik ve sağlık konusunu yasalarla düzenlemeye çalıştığımızdan olsa gerek, uygulamada ortaya garip sonuçlar ve örnekler çıkmaya başladı. Bu tür gariplikler engellenmeden iş sağlığı ve güvenliği konusunun bilinç haline dönüşmesi imkânsız görünüyor.

Pratik uygulamalarda (işini doğru yapan uzmanları tenzih ederim) kazaların önlenmesinden ziyade, bir kaza olduğunda ben nasıl sorumluluktan kaçarım yaklaşımı hâkim. Testi kırılmadan işçiyi döven bu yaklaşımda, işçiye veya yükleniciye bir tomar kâğıt imzalatılıyor, birçok kayıt oluşturuluyor, ciddi engellemeler ile olası kazalarda “ben uyarmıştım” demeyi mümkün kılacak alt yapı oluşturuluyor. Uygulama aşamasında ne bir takip, ne bir ikaz, ne bir ceza yok. Hatta İSG uzmanı şantiye sahasını dahi ziyaret etmiyor. Bir kaza olması durumunda ise başlangıçta imzalatılan evraklar devreye giriyor.

Bugün iş hayatında bulunan insan gücünün neredeyse tamamı, İSG konusunda gerekli bilince sahip değil. Hal böyle iken sergilenen bu yaklaşım, “siz bildiğiniz gibi çalışın, beni yakmayın yeter” yaklaşımıdır. Amaç yeni kayıtlar oluşturmak ve kâğıt israfı ise sorun yok! Amaç insan hayatını korumak ise bu yaklaşım temelden değiştirilmelidir.

Bir çalışanımın arkadaşları ile paylaştığı maili, sizlerle de paylaşmak istiyorum:

“Merhaba;

İSG hakkında yasadığım bir kaç olayı anlatmak istedim.

Öncelikle ben daha öncesinde İSG kıyafetlerini çok gerekli görmüyordum.

Fakat beton kaideyi yerine koyma esnasında ayağımın onun altında kalması ve çelik burunlu iş ayakkabısını kullandığım için ayağıma gelen 150 kg’lık beton bir zarar vermediğinde anladım o ayakkabının ne işe yaradığını. Kablo çekimi esnasında kafama gelen kablonun, baret kullandığım için zarar vermediğinde anladım baretin ne kadar faydalı olduğunu. Belki ben bunları kullanmasaydım ufak tefek sıyrıklarla atlatabilirdim. Ta ki dün gördüğüm bir kaza sonucu bir canlının ölümüne şahit olmam benim bir kez daha İSG konusunda daha dikkatli olmamı sağladı. Ekte o hayvanin cansız bedenini gönderiyorum. Yaptığımız iş her ne olursa olsun, bir vida sıkmak dâhil, gerekli olan İSG kıyafetlerini kullanalım.

Bir kere kullanırız hayatimiz kurtulur, bir kere kullanmayız hayatimiz sona erebilir. Tek bir şansımız var ikincisi olmayabilir. Onun için şansımızı İSG kıyafetlerini giyerek kullanalım. Ben kullandım pişman değilim.

Saygılarımla…”

 

Bu çalışanı İSG kurallarına uyması konusunda zorlamasaydık, baret takmadığında ikaz etmeseydik, yukarıda saydıklarını ayağını ezdikten sonra öğrenecekti ya da buna rağmen öğrenmeyecekti. Bu aşamadan sonra artık denetlemeseniz de kendi kendini koruyan bir personeliz var demektir. Buna rağmen denetlemeler devam etmeli. Elbette ki İSG çalışmalarında kayıtlar önemli ve mutlaka tutulmalı ama asıl önemli olan kazaların önlenmesi ise bunun yolu eğitim, denetim, ikaz, ceza hatta gerekiyorsa işten el çektirmedir.

Bu aşamada ise farklı bir tehdit devreye giriyor, tek bir yazı ile bir müteahhidi batırabilecek kadar yetkili bireyler ve birimler oluşuyor. Ne yazık ki ülkemizde, elindeki yetkiyi kişisel çıkar temini veya tehdit unsuru olarak kullanan insanlar azımsanmayacak kadar fazla. İSG çalışmalarında amaç, işçileri işsiz, işvereni işletmesiz bırakmak değil, işin olması gerektiği şekilde yapılmasını sağlamaktır. Bunun sağlanmasına dönük tedbirler alınmalı ve girişimcilerin, birilerinin elinde oyuncak olması engellenmelidir.

Daha şartname aşamasında risk analizleri yapılıp şartname ekine konulmalı ve olası yükleniciler riskler konusunda bilgilendirilmelidir. Çalışanlarda aranan vasıflar ve alınması gereken eğitimler ile kişisel koruyucu donanımlar mutlaka şartname eklerinde yer almalıdır. Elbette iş başlangıcında farklı riskler tespit edilip analiz genişletilecektir, lakin asgari seviye ihale öncesi ilan edilmelidir.

İş için gerekli uzman desteği yüklenici tarafından sağlanmamalıdır. Bu amaçla ayrı bir ihale ile “İSG uzmanlık işi” üçüncü bir kaynaktan tedarik edilmelidir. Böylece sadece evrak uzmanlığının önüne geçilebilir.

Pratikte oluşan bir diğer garip uygulama ise mahalledeki berber, kasap, kuaför vb. esnafı aylığa bağlayan kopyala yapıştır İSG uzmanları. Hazırladıkları bir risk analizini, aylık 300 TL gibi bir rakama tüm bu yüksek riskli (!) esnafa satıp, aylık iyi bir maaş kazanan ama işinin gereği olan diğer faaliyetleri asla yapmayan bu uzmanlar, bu sistemin doğurduğu ucubeler olarak karşımızda duruyor. Koca koca inşaat şantiyelerini dahi denetle(ye)meyen çalışma bakanlığının, bu esnafları denetlemesi zaten beklenmezken niçin asli görevlerini icra etsinler ki!

Birçok işte olduğu gibi İSG çalışmaları da kendi rantçılarını doğuruverdi. Asla gerçekten riskli olan işlerle ilgilenmeyen, sadece aylık faturasını gönderen bu güruha kim dur diyecek. İşin daha da garip tarafı bu süreçte işletmeler bazı zorunluluklardan kurtulmak için işçi çıkarmaya, kayıt dışı işçi çalıştırmaya yöneldi. Özel şoförünü sigortalı çalıştıran biri sadece bu çalışanı için iş yeri hekimi ve İSG uzmanı desteği almak zorunda kaldığını görünce farklı yol ve yöntem arayışına girdi. Kervan yolda dizilir diye çıktığımız bu yolculukta da ortalık toz duman oldu. Şimdi artık kervanı yoluna koyma zamanı. Ortaya çıkan garabetleri önleyici adımlar bir an önce atılmalı ve amacı insanı korumak olan sisteme bir an önce geçilmelidir.

İş sağlığı ve güvenliği yasası ile başlayan yolculuğumuzda hala inşaatlarda, madenlerde insanlar ölüyorken alınan tedbirlerin yetersizliğini tartışmak yerine, yasanın zaaflarına odaklanmak daha yapıcı olacaktır. Bu yasa ile ilgili atılan adımlar sadece sorumluluk savma yarışını tetiklemiş görünüyor. Asansör düştü on işçi hayatını kaybetti. Bu aşamada derhal evraklar devreye girdi. “Biz asansörü dış kaynakla aldık”, “asıl biz sizi uyardık yük taşımayın diye”, “öyle bir uyarı olmadı” vs. vs. İşçileri, posta başlarını, şantiye şeflerini, şantiye müdürlerini ve patronları dönüştürmeden alınacak bir yol yok. Ramak kalaları dikkate almayan sistemler, kazaları önleyemez. İSG eğitimini kağıt üstü göstermelik olmaktan çıkarmadan, risk analizini kopyala yapıştır evrak olarak görmekten vazgeçmeden, kişisel koruyu ekipmanı yük olarak algılamaktan vazgeçmeden, gerekli sertifikaları para ile satın almaktan vazgeçmeden, işe özel İSG uzmanı yaklaşımını geliştirmeden, bağımsız göz denetimini devreye sokmadan, ikaz, ceza ve el çektirme tedbirlerini devreye koymadan bu konuda atılacak her adım boşa çekilmiş kürek olarak kayda geçecektir.

Bir kere olsun kaza olmadan öğrensek olmaz mı?

Dijital Belediyecilik

Bilişim teknolojilerinin sunduğu imkânları kullanarak, kayıtların ve işlemlerin basılı evraklar yerine bilgisayar ortamında yapılmaya başlaması ile gündeme gelen dijital belediyecilik, teknolojide yaşanan gelişmelere bağlı olarak birçok defa anlam ve kapsam değişimine uğradı. Bu güne ait bir tanımlama yapacak olursak, belediye, vatandaş, kurumlar ve diğer paydaşların etkileşimlerinde uygulanan süreçlerin, bilgisayar programları vasıtasıyla yönetilmesi, kayıt altına alınması ve tekrar erişilebilir bir şekilde saklanması faaliyetlerinin tamamıdır diyebiliriz.

Bu süreç ilk dönemlerde gerek teknolojinin sınırlamaları gerekse de kullanıcıların ufukları dolayısıyla, muhasebe, stok, insan kaynakları gibi temel gereksinimlerin kayıtlarının tutulduğu ayrık yazılımlarla başladı. Bu aşama kullanıcının yazılım teknolojilerinin yapabileceklerini fark etmesini sağladı ve beklentileri yükseltti. Özellikle haberleşme teknolojilerinde meydana gelen gelişmeler, yükselen beklentilerin karşılanmasına fırsat verdi. ikinci aşamada belediyecilik işlemlerinin ve tüm kurumsal kaynak yönetiminin yürütüldüğü entegre yazılımlar üretilmeye ve kullanılmaya başlandı.

Gelinen son aşamada ise her türlü verinin hızlı erişilebilir kılınması çalışmaları hız kazandı. Bu çalışmaların neticesinde, sayısal arşiv, karar destek sistemleri, GIS, vatandaş ilişkileri yönetimi sistemleri, raporlama araçları vb. sistemlerle desteklenmiş proaktif yazılımlar ve şehirli ve diğer kurumlarla etkileşimli, elektronik imza vb. unsurlarla işlemleri sayısal ortamda sonlandıran, kolaylık ve hız sunan yazılımlar yaygınlaşmaya başladı.

Tüm bu gelişmeler, işlem sürelerinde azalma, bilgiye hızlı erişim, vatandaşla sürekli etkileşim, uzaktan işlem yapabilme, etkin raporlama, süreçlerde iyileşme, kişi bağımlığından kurtulma, tarafsız hizmet sunumu gibi hizmet kalitesini artırıcı ve iyileşmeyi destekleyici sonuçların elde edilmesini sağladı.

Yaşanan bu süreç belediyeler için yeni ihtiyaçların da doğmasına sebep oldu. Başlangıçta tamamen hizmet birimi olan bilişim şeflikleri veya müdürlükleri, stratejik değere sahip birimler haline dönüşmeye başladı. Kurumun ihtiyaç duyduğu makine parkı ve eğitilmiş personel ihtiyaçları bir yana, haberleşme alt yapıları, veri saklama ortamları, afet senaryoları, sürekli güncellemeler, teknolojik adaptasyon, lisanslar, veri güvenliği ve gizliliği gibi birçok konu gündeme geldi ve tüm bu işler özellikle küçük belediyeler için sürdürülebilir olmaktan çıkmaya başladı.

Bulut teknolojileri ile yeni bir kimlik kazanan yazılım sektörü, belediyecilik yazılımları için de farklı fırsatlar sunmaya başladı. Özellikle küçük ölçekli belediyelerin teknik gereksinimleri ve uyum ihtiyaçlarını problem olmaktan çıkaran, kiralama temeline dayalı hizmet sunumları, sürdürülebilirlik için ciddi bir farklılık yarattı. Verinin hukuki değerinin de oluşmaya başladığı ve kaybolmasının ciddi tehditler barındırdığı bir dönemde ortaya çıkan bulut teknolojisi, birçok temel ihtiyacın belediyeler açısından sorun olmasını engelledi. Veri saklama, afet senaryoları, güncellemeler, mevzuat uyumları, veri güvenliği ve gizliliği bu kapsamda rahatlıkla sayılabilir.

YAŞANAN SIKINTILAR VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ:

Dijital belediyecilikte en temel sorun, yazılım üreticisine olan bağlılık hatta bağımlılık problemidir. Bu bağlamda farklı uygulamalarla entegre olmak problem olabilmekte ve tüm ihtiyaçların tek elden tedariki dayatılmaktadır. Netice olarak, kendi dalında uzmanlaşmış ve o işi en iyi yapan firmalar, kendilerine belediyecilik alanında yer bulmakta zorlanmaktadırlar. Birçok belediye, arşiv, karar destek, vatandaş ilişkileri yönetimi gibi uygulamaları, yeterli olmasa dahi, belediyecilik yazılımı üreticisinden almaktadır. Temel endişe olası sıkıntıları bertaraf etmektir. Bu yaklaşım, alanında uzmanlaşmış nitelikli yazılımların sağlayacağı faydaların terk edilmesine sebep olmaktadır. Her ne kadar bazı yazılım üreticileri üçüncü parti ürünlerle entegre olma konusunda açık davransa da bu sorun hala gündemdedir.

Konu ile ilişkili ikinci bir sıkıntı da ihale yasası gereği yapılan ihale neticesinde işi farklı bir firmanın alması durumunda geçmiş ile irtibatlanma konusunda yaşanmaktadır. Veri desenlerindeki farklılıklar tam bir uyumlulukla yazılım değişimini imkânsız kılmaktadır. Aşağı yukarı aynı verileri kullanan iki farklı yazılımın, bu denli farklı veri modelleri üzerinde çalışması, ancak bir üst otoritenin olmamasıyla izah edilebilir. Yakın geçmişte sağlık bakanlığının hastane yazılımları ile ilgili yaptığı düzenlemenin bir benzeri, belediyecilik yazılımları için de bir an önce yapılmalıdır. Verilerin aynılaştırılabilmesi için uluslararası kodlamalarla uyumlu, ulusal kodlama standartı hazırlanmalıdır. Elbette yazılım geliştirici kendine özel veri tipleri kullanmakta serbestir fakat veri tabanında tutulan ve uygulamaya mahsus olmayan verilerin belirli bir formatta tutulması olası veri göçlerinin sorunsuz yapılmasını mümkün kılacaktır. Bu konu ile ilgili yapılması gereken bir diğer çalışma da üreticilerin iş bitiminde yeni yazılıma veri göçü konusunda taahhüt altına alınmasıdır.

Değinmemiz gereken bir diğer sorun da bulut teknolojilerinde kullanılan ürünlerin, bulut için yazılmış olmamalarıdır. Hali hazırda kullanılan ürünlerin bir kısmı, web tabanlı geliştirilmiş bir ürünün, bulut servisi olarak kullanılması şeklindedir. Bu durum teknolojik bazı handikaplar doğurmakta, bant genişliği ihtiyacını yükseltmekte ve kullanımda bazı sorunlar çıkarmaktadır. Özellikle küçük belediyelerin ihtiyacını karşılamak amacıyla, merkezi bir kurum tarafından, tamamen bulut teknolojisi ile hazırlanmış bir ürünün geliştirilmesi çalışmalarının bir an önce başlatılması sorunu ortadan kaldıracaktır.

Vaktin farklı yorumlandığı bir çağda, insanların verileri devlet kurumları arasında taşır halde olması ciddi bir sıkıntı olarak durmaktadır. Kişiler birçok veriyi kurumlar arasında taşımak zorunda kalmaktadır. Bu durum hem vakit kaybı hem de hizmet kalitesinde negatif algı doğurmaktadır. Hali hazırda farklı bir kurumun veri tabanında var olan bir verinin, kâğıt ortamında taşınması ve yeniden işlenmesi makul karşılanamaz. E-Devlet platformu ile hız kazanan veri paylaşımı artarak devam etmeli ve işlemler hızlandırılmalıdır. Veri mülkiyeti iddiası ortadan kalkmalı ve kişilere ait veriler bir kurumun malı olarak algılanmak yerine, ilgili vatandaşın hayatını kolaylaştırmak için kullanılmalıdır. Burada kişisel bilginin gizliliği ilkesinin ihlal edilmesini engelleyici tedbirler alınmalı fakat bu kaygı entegrasyon projelerinin tıkanma noktası haline gelmemelidir.

Son olarak işlemlerin e-devlet şifresi ve e-imza ile uzaktan yapılması sağlanmalıdır. Bu alandaki çalışmaları destekliyor ve kapsamının arttırılmasını bekliyoruz. Bu yaklaşım, farklı bir ihtiyacı da tetiklemektedir. Örneğin internetten e-devlet şifresi ile adli sicil belgesi alınabildiği halde hala adliye koridorlarında kuyrukların olması, vatandaşın bu hizmetlerden haberdar olmadığını veya güvenmediğini göstermektedir. Bilgilendirme ve imkân sağlama konusu bu çalışmalar kapsamında mutlaka gündeme alınmalıdır.

SONUÇ:

Dijital belediyecilik konusunda gelinen nokta oldukça başarılı ve geleceğe dair ümit vericidir. Bu çalışmalara ek olarak gelecekte veri madenciliği ve bilginin planlamada kullanımı üzerine odaklanılmalıdır. Veri kaynağı algısı değiştirilmeli, sadece belediye yazılımındaki verilerle yetinilmemelidir. İnsanlar gerek sosyal medyada gerekse de birçok sayısal ortamda veriler oluşturmaktadır. Hatta insanlar hayatlarına pozitif katkı sağlayacaksa, gönüllü olarak sistemlere veri sağlamayı kabul etmektedirler. Bu verilerin daha etkin kullanımı adına adımlar atılmalıdır. Tüm bu veri kaynakları etkin kullanılarak planlama ve risk analizleri yapılabilmeli ve vatandaşın hayatı kolaylaştırılmalıdır.

Durumumuzu özetlemek için meşhur bir sözde küçük bir değişiklik yapmam yeterli olacaktır. “veri akar Türk bakar”. Basit bir örnek olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin trafik yoğunluk haritasına değinmek istiyorum. Bu sistem için birçok noktaya sensörler ve hız tespit edici cihazlar yerleştirilip, toplanan verilerin merkeze iletilmesi sağlanmaktadır. Hâlbuki sadece belediyeye ait veya belediye tarafından denetlenen yüz binin üzerinde araçta araç takip sistemi kullanılıyor. Belediye otobüsleri, hizmet araçları, servisler, ticari taksiler, dolmuşlar vb. araçlar sürekli trafik yoğunluk bilgisi üretiyorken tüm ara sokaklardaki durumun dahi izlenilmesi mümkündür. Ama hali hazırda sadece ana arterlere ait bilgiler paylaşılmaktadır. Hâlbuki farklı bir uygulama bırakın İstanbul’u tüm Türkiye için bu bilgileri yüksek doğrulukta verebilmektedir. Sadece seyir halindeki sürücülerin cep telefonlarına ait handover bilgisi ve gönüllü veri paylaşan kullanıcılardan elde edilen veriler, çok daha fazla bilginin vatandaşın kullanımına sunulmasını sağlamaktadır. Değinmek istediğim konu, etraftaki uçuşan verilere farklı bir gözle baktığımızda, çok farklı uygulamaların yapılabileceği ve insanların hizmetine sunulabileceğinin fark edilmesidir. Yeni dönem, farklı kaynaktaki verilerin hizmet için kullanılması dönemidir.

Dijital Bir Gün

Çok yoğun bir gün, koşuşturmaktan yoruldum. Bir şeylere yetişmeye çalışmakla geçti günüm ve artık sona geldim. Karşıda bir işim kaldı, oraya da yetişirsem tüm gün bir değer kazanacak, değilse tüm koşturmaca nafile. O da ne! Köprüde felaket bir trafik var ve yetişmek imkansız. Neyse ki ben bunu köprü yolunda değil, telefonumdaki trafik yoğunluk haritasına bakarak fark ettim ve Marmaray’ı kullanarak tüm günü mahvedecek bir gecikmeyi engelledim.

Yaşanabilir bir şehir denilince akla gelen birçok başlık, mimari, yerleşim, aktiviteler, sosyal yaşam, iklim, su vb. temel konular etrafında şekilleniyor. Az katlı binalar, hava akımını kesmeyen bir yerleşim, yeşil yoğunluğu yüksek semtler, geniş yollar, yeterli otopark alanları, bisiklet yolları, yaya yolları, düşük karbon salınımı, sürekli su kaynakları, engelsiz şehir, hizmete hızlı erişim, güvenlik problemi olmayan yaşam alanları vb. konular dikkate alınarak söylenecek çok şey var. Ben ise bu yazıda yaşanılamayacak hale gelmiş bir şehirde, küçük ümitler yeşertebilecek bir başlığı inceleyeceğim. Yaşadığımız yer, yaşanabilir olarak dizayn edilmiş olsaydı belki de hiç ihtiyaç duymayacağımız şeylerden bahsedeceğim. Öyle ya trafik yoğunluğu yoksa trafik yoğunluk haritası ne işe yarar? Yaşanabilir şehir yapmaktan değil de şehirleri yaşanabilir (!) kılmaktan bahsedeceğim.

Şehirleri yaşanabilir kılmak, insanların kanıksadıkları problemleri ortadan kaldıracak veya hafifletecek çözümler etrafında şekillenen bir kavram. Bu alanda, bilişim çözümleri düşük maliyetleri ve yüksek faydaları ile başat rol üstleniyorlar. Her sabah evinden çıkan bir kişinin üç farklı toplu taşıma aracına tek bilet ile binebilmesinden tutun da, köprü trafiğini bir nebze olsun hızlandıran HGS çözümüne, hangi yolun daha az sıkışık olduğunu haber veren trafik yoğunluk haritasından tutun da, hız ve emniyet şeridi ihlallerini tespit eden EDS sistemine, belediyelerdeki işlemleri internetten yapabilmeyi mümkün kılan belediyecilik çözümlerinden tutun da bir mektubu elektronik olarak iletmeyi mümkün kılan e-posta çözümlerine kadar, gerek şehre ait gerekse de genel kullanıma açık bilişim tabanlı çözümler hayatımızı nasılda katlanılabilir kılıyor. Bunların olmadığı bir İstanbul hayal edin, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.

Bilişimin yapabilecekleri fark edildikçe yeni çözümler daha hızlı bir şekilde devreye giriyor. Yükselen çıta asla geri düşmüyor ve insanlar artık bu çözümleri temel gereksinimler listesine koyup, yokluğunu asla kabullenmiyor. Sıramatikler ile kim önce geldi kavgasını çözdüğümüz günler geride kaldı. Artık insanlar işlemlerini evlerinden halletmek istiyor. Hele ki birkaç işlemi evden halletmenin tadını alınca, bunun hayal olmadığını fark eden vatandaş, tüm işlemlerini bu şekilde yapacağı günleri sabırsızlıkla bekliyor.

Şehri yönetenlerin bilişim çözümlerine dikkat kesilmesi ve sürekli olarak yenilikçi çözümlerle şehri daha yaşanabilir hale getirmeye odaklanması gerekiyor. Bu çözümler, sadece bilgi işlem yöneticilerinin inisiyatifinde olmaktan çıkmalı ve tüm yöneticilerin kendi sorumluluk alanları başta olmak üzere, odaklandıkları bir konu haline dönüşmeli. Hatta şehrin diğer paydaşları ile iletişime geçilerek onların da bu sürece katılması sağlanmalıdır.

Yıllar önce hayal ettiklerimiz bugün gerçeğe dönüştü ve bugün kurduğumuz hayallerimiz geleceği kolaylaştıracak. İki soruyu sürekli sormalıyız, elimizdekileri daha iyi hale nasıl getirebiliriz? Yeni neler yapabiliriz?

Sağlıklı gıdaya erişimden, sosyal yardımların adil dağıtımına, karbon salınımını kontrol altına almaktan, sokak hayvanlarının aşılarının takibine, park ve bahçelerin güvenliğinden, buzlanma tespitine, evde sağlık hizmetlerinden, engellilerin günlük problemlerinin çözümüne, eğitim faaliyetlerinden, kültürel aktivitelere bir şehirde sağlanan tüm hizmetlere bilişimin katacağı çok şey var.

Vatandaşın sıradan bir gününe, dijital bir gözlükle bakılmalı. “Acaba gün boyu yapılan aktiviteleri, dijital dünyanın nimetleriyle nasıl daha kolay kılabilirdik?” sorusu sürekli sorulmalı. Cebimde bir şehir kartı var ve aşağı yukarı tüm toplu taşıma araçlarına bu kart ile binebiliyorum. Acaba dolmuşa ve taksiye de bu kartla binebilir miyim? Ya da bir otomattan su ve sandviç alabilseydim nasıl olurdu? Hatta küçük harcamalarımı da bununla yapamaz mıyım? Otopark ücretini ödesem mesela veya müzelere hatta umumi tuvaletlere bununla girebilsem nasıl olur? Sıkışık trafikte kurallara uyanlara hakaret edercesine emniyet şeridi kullanan araçlar tespit edilse ve bu hatayı tekrar etmelerini engelleyecek şekilde cezalandırılsalar nasıl olur? Daha güvenli bir şehir için MOBESE kameraları daha etkin nasıl kullanılabilir? Kuralları ihlal edenleri acaba daha etkin nasıl tespit edebiliriz? Yaya yoluna park etmiş aracı bir fotoğraf çekerek yetkililere haber versek olmaz mı? Bir tanıtma kartı ile engellilerin yaşamını daha kolay kılamaz mıyız? Duraklar, yaklaşan otobüsü sesli olarak duyursa ve görme engelli bir vatandaş rahatça beklediği aracı fark etse nasıl olur? Hatta sürücü, bir sonraki durakta engelli bir vatandaşın bu otobüs için beklediği konusunda önceden uyarılsa nasıl olur? Karşılaşılan küçük sorunlar rahatça ve yorulmadan ihbar edilebilse fena olmaz mı? Bu sorular soruldukça daha fazla kolaylaştırıcı çözüm hayatımıza girecek ve biz yeni sorular sormaya devam edeceğiz.

Meslek Lisesi Memleket Meselesi

Meslek liseleri kalifiye ara insan gücü yetiştirmesi bakımında çok kritik önem arzeder. Bu konuyu sadece elektrik teknisyenliği, makine tamiri, demircilik ile sınırlamıyorum. Yeni nesil iş alanları olan; Özel Güvenlik, Çağrı Merkezi Operatörlüğü, Turizm çalışanları (Aşçı, garson, resepsiyonist vs), yazılım geliştirme uzmanı, web sayfası tasarımcısı, moda tasarımcısı vs. tüm bu işgücünü meslek liselerinde yetiştirmek için plan yapmak zorundayız. Bu konudaki yatırımlar sadece devlete bırakılmamalı, meslek birlikleri, fabrikalar bu planlamanın içine çekilerek planlama yapılmalıdır.

MESLEK LİSELERİ NEDEN ÖNEMLİDİR?

İş Güvenliği

Bu okullarda ara eleman yetiştirmemiz durumunda iş güvenliği konularında eğitilmiş saha ekibi tabiri caiz ise çekirdekten yetişecektir.
Okulda iş güvenliği, sosyal haklar ve teknik konularda yetiştirilmiş bir ekip işveren için maliyet düşürücü bir etki yapacaktır. Ayrıca iş güvenliği konusunda 15 yaşından itibaren eğitilmiş birinde bu bilincin oluşturulması çok daha kolay olacaktır.

Kullanıma hazır iş gücünün artırılması

Meslek liseleri kalifiye ara insan gücü yetiştirmesi bakımında çok kritik önem arzeder. Bu konuyu sadece elektrik teknisyenliği, makine tamiri, demircilik ile sınırlamıyorum. Yeni nesil iş alanları olan; Özel Güvenlik, Çağrı Merkezi Operatörlüğü, Turizm çalışanları (Aşçı, garson, resepsiyonist vs), yazılım geliştirme uzmanı, web sayfası tasarımcısı, moda tasarımcısı vs. tüm bu işgücünü meslek liselerinde yetiştirmek için plan yapmak zorundayız. Bu konudaki yatırımlar sadece devlete bırakılmamalı, meslek birlikleri, fabrikalar bu planlamanın içine çekilerek planlama yapılmalıdır.

Hazır bir insan kaynağının bulunması yerli ve yabancı yatırımcı için ülkemizi bir cazibe merkezi haline getirecektir.

Bu konuda hedefimiz vasıfsız işçi kelimesini sözlüğümüzden kaldırmak olmalıdır. Bunun yerine kalıp ustası, garson, sigortacılık uzmanı gibi lise mezunu arkadaşlarımızın bir meslekle anılmasını sağlamak ilk varılacak hedef olmalıdır. 

Çocuklarımızı yeteneklerine göre yönlendirmek

Herkes çocuğunu doktor, mühendis, avukat vs. olarak görmek ister. Fakat inşaat işçisinin yaptığı iş, bir çiftçinin yaptığı iş de en az bu kadar kutsaldır. Bu meslekleri yapan arkadaşlarımıza da ihtiyacımız vardır. Çocuklarımızı ilkokuldan itibaren izlemek, onları yeteneklerine göre yönlendirmek, bu yönlendirmeyi yaparken de önlerini kesmemek öncelikli hedefimiz olmalıdır.

Türkiye Müteahhit bir ülkedir.

Türkiye dünyanın heryerinde iş yapan müteahhitlerin ülkesidir. Dünyanın taş üstüne taş konan her yerinde bir Türk müteahhit vardır. Bu müteahhitlerimiz geçmişteki akıncıların üstlendiği rolü üstlenmiş saygı duyulacak insanlardır. Bu arkadaşlarımız iş aldıkları ülkelerde Türk sanayi ürünlerinin ve emeğinin Pazar tutması için öncü görevini görmektedir. Bu kadar ekonomik krize rağmen batmamışsak, müteahhtilerin bu konudaki payı kesinlikle yadsınamaz.

Müteahhitlerimiz dünya çapında hakimiyetini devam ettirmek için inşaat, mekanik, elektrik gibi temel alanlarda nitelikli insan kaynağı ihtiyacını karşılamak zorundayız.

28 ŞUBAT ÖNCESİ MESLEK OKULLARININ DURUMU:

  • Endüstri Meslek Lisesi: Sınavla girilen okullardı. Belirli bölümleri için insanlar torpil yaptıracak tanıdık arardı.
  • Teknik Lise: EML’de başarılı olan öğrenciler için bir üst kademe okuldu.
  • Anadolu Teknik Lisesi: Yabancı dil öğretilen ve kalifiye eleman yetiştiren okuldu.

Ben bu yapının tekrar kurulması gerektiğine inanıyorum. Buna ilave olarak özellikle Anadolu Teknik Lisesi mezunlarına İngilizce dışında Arapça veya Rusça dillerinden birinin öğretilmesi gerektiğini düşünüyorum. Müteahhit bir ülke olduğumuz ve özellikle iş yaptığımız coğrafyalar dikkate alındığında rekabet avantajı için bu konu önemlidir.

MESLEK LİSELERİNİ CAZİP HALE GETİRMEK İÇİN ALINACAK ÖNLEMLER

Üniversitelerde kota;

4 yıllık ve üstü okullarda meslek lisesi mezunlarına %25 kota ayrılmasını öngörüyorum. Örneğin meslek lisesi elektrik bölümünden mezun bir vatandaşımız kendisi gibi meslek lisesi mezunları ile yarışarak mühendislik eğitimi alabileceğini bilmelidir.

Bu sayede meslek liselerini tercih eden öğrencilerin profili yükselecektir.

Ayrıca dikey geçiş kontenjanı her okulda %10 olarak belirlenmeli, 2 yıllık okulların tercih edilirliği bu sayede artırılmalıdır.

2 yıllık Meslek yüksekokullarında meslek liseleri için %75 kota ayrılmalıdır. Bu okullar meslek liselerinin tamamlayıcı okulları olarak görülmeli ve bu şekilde revize edilmelidir.

Meslek lisesi mezunlarına meslek belgesi verilmesi ve belirli bir sürecin sonunda meslek belgesi olmayan kişilerin belirli işleri yapmalarının önüne geçilmesi iş güvenliği ve iş kalitesi konusunda olumlu sonuçları doğuracaktır.

Kaliteyi yaratan kalite

Öğrenci profili ne kadar yüksek olursa olsun eğitmen kalitesini artırmadıkça meslek liselerinden yeterli verimi almamız mümkün değildir. Bu okullarda eğitim kalitesini artırmak için yeni nesil uygulamaları bilen yeni nesil eğitmenler yetiştirilmesi hayatidir.

Bu amaçla, okula yakın yerlerdeki fabrikalardan, üniversitelerden, meslek kuruluşlarından destek alınması şarttır.

Öğrencilerin modası ve uygulaması bitmiş değil, yeni nesil teknolojilere yönelik olarak eğitilmesi çok kritiktir.
Kendi mesleğimle ilgili bir örnek verilmesi gerekirse;

Elektrik veya elektronik bölümündeki öğrencilere, tüp, Bipolar Jonksiyonlu Transistör gibi teknolojilerin sadece genel kültür olarak verilmesi yeterli olacaktır. E&M gibi, analog telefon santralleri gibi bilgilerin öğretilemsi ise tamamen gereksizdir.

Bu okullardan IP, PLC, fiber optik ve CAT6 kablo gibi konularda öğrenci mezun edilmesi mezun öğrencinin iş bulma garantisi gibi olacaktır.

Strateji belirlemek

Türkiye çok genç bir nüfusa sahiptir. Bu bizim en önemli avantajımız ama ne yazık ki kullanamıyoruz. Günümüzde talebin en çok arttığı alan yazılım konusudur. İş ilanlarına baktığımızda Java programcısı, web tasarımcısı, PHP uzmanı en çok aranan eleman özellikleridir.

Aslında bu talebin 2-3 katına çıkması işten bile değildir. Ülkemizde kod yazma işi mühendisler tarafından yapılmaktadır. Bu nedenle ancak yüksek kalifiye işler ülkemizde yapılmaktadır. Lise ve MYO mezunu çok sayıda programcımız olması ve bunun ekonomik politikalarla beslenmesi durumunda Avrupa’nın hatta dünyanın yazılım merkezi olmamız hayal değildir.

Yazılım geliştirme işi için bir PC ve internet bağlantısı yeterli olduğu için insanları doğdukları yerde doyurmamız ve yaşatmamız mümkün olacaktır.

Siber Tehditler ve Çözüm Yaklaşımları

Bilişim ve haberleşme teknolojilerinde yaşanan gelişmeler hayatımızı kolaylaştırırken daha önce hayatımızda olmayan bir sorunla tanıştırdı bizleri: Siber tehdit! Hayatımızı kolaylaştırmak için tasarladığımız ve kullandığımız sistemler birden bir tehdit unsuruna dönüştü ve nasıl korunacağımıza dair fikirler üretmeye ve çözümler bulmaya başladık. İlk başlarda basit sorunlar olarak kendini gösteren bu saldırılar, zamanla çok karmaşık ve pahalı saldırılara dönüştü ve nasıl bir canavar doğurduğumuzu fark etmeye başladık. Ne yazık ki tehdidin tam olarak ne olduğunu ise hala hakkıyla kavrayamadık.

Siber tehdit kavramı içerisinde gün geçtikçe yeni başlıklar açılıyor. Bu listeye daha birçok yeni kavramın ekleneceğini söylemek bir kehanet olmasa gerek. Haberleşme teknolojileri ve bilişim sistemlerindeki gelişme durmadıkça ki duracağa hiç benzemiyor, tehdit artarak devam edecek.

Bilişim çağında gelişmelerin dışında kalmaktan, içine kapalı bir model oluşturmaktan, başkalarının geliştirdiği ürünleri kullanmamaktan, entegre sistemleri bırakıp otonom yapılara dönmekten bahsetmek, olsa olsa ülkeyi çağın gerisine itmek ve lider ülke olma iddiasından vaz geçmesini beklemek olur. Siber tehditlere, paranoya ve komplo teorileri gerekçesi yapmadan, konunun gerektirdiği ciddiyetle yaklaşmak, olası riskleri sağlıklı bir şekilde analiz edip eylem planları hazırlamak ve kolaycılığa kaçmadan global rekabette yer almak en doğru yaklaşım olacaktır. Ülkenin genç beyinlerinin rahatlıkla yönlendirilebileceği dev bir sektör olan bilişim dünyası, kalkınmanın da motor unsurlarından birisi olacaktır.

Her ne kadar tehdit siber olsa da en önemli türlerinden birisi fiziksel erişimler ve doğal tehditlerdir. Öncelikle bilişim sistemlerinin bulundurulduğu yerlerin fiziksel güvenliği sağlanmalıdır. Hem kötü amaçlı erişimler (direkt erişim, sabotaj, enerji sistemleri ile fiber altyapının kesilmesi ve hatta bombalama gibi insan kaynaklı tehditler) için hem de deprem, yangın, sel vb. doğal afetler için alınacak tedbirler, siber tehdidin önlenmesi için atılması gereken ilk adımlardır. Bu amaçla, özellikli binalar yapılmalı, enerji ve fiber altyapıları güzergah yedekli olacak şekilde tesis edilmeli, birbirini canlı olarak yedekleyebilecek farklı coğrafyalara yerleştirilmiş sistemler oluşturulmalıdır. Elbette ki alınacak tedbirler ile var olan risk arasında bir uyum aranmalıdır. Bununla birlikte önümüzdeki en önemli tehdidin “bana bir şey olmaz” yaklaşımı olduğu asla akıllardan çıkarılmamalıdır.

Siber bir saldırının hedefi, bir sistemi durdurmak, kötü amaçla kullanmak, verileri çalmak, olan biteni izlemek, sistemleri kopyalamak vb. çok farklı başlıklar altında toplanabilir. Bu amaçlara ulaşmanın en kolay yolu ise sistem yöneticisi olmaktır. Siber tehditlere karşı alınması gereken en önemli ikinci tedbir, güvenilir insan, denetlenebilir sistemler, etkin izleme ve raporlama ve dağıtılmış yetki kullanımı ile iç atak tehditlerini bertaraf edecek yaklaşımlardır. Bugün hala en önemli siber tehdit iç ataklardır. Bu hem gerçekleşen vakıa sayısı açısından hem de verilen zarar açısından böyledir. Bugünün yetkililerinin geleceğin yetkisizleri olacağı asla akıldan çıkarılmamalıdır.

Ziya Gökalp’in Yüksek Ökçeler hikâyesinde olduğu gibi başımı ağrıtmasınlar da ne halleri varsa görsünler yaklaşımı terk edilmelidir. Özellikle kritik sistemlerde bilgi işlem yöneticisi ile siber güvenlik yöneticisi tamamen bağımsız ve eş yetkili idareciler olmalıdır. Bilgi işlem yöneticisi tüm bilişim sistemlerini kontrol edip yönetirken, güvenlik sistemlerine müdahale yetkisi olmamalı. Aynı şekilde güvenlik yöneticisi de bilgi işlem sistemlerine müdahale yetkisine sahip olmamalıdır. Tüm bunların yanında, unutulmamalıdır ki denetlenmeyen sistem her türlü suiistimale açıktır. Olası iç tehditlere karşı en etkin yollardan birisi de bağımsız dış denetimlerdir. Burada denetçinin bilişim ve/veya siber güvenlik yöneticileri tarafından seçilmemesi, alanında yetkin ve yetkilendirilmiş olması önemlidir. Ayrıca bu çalışmaların, ani denetimler şeklinde planlanması da daha etkili sonuçlar verecektir.

Erişim kaynaklarından gelecek tehditler de dikkate alınması gereken bir diğer husustur. Bu amaçla hazırlanmış virüsler, casus yazılımlar, trojenler, fidye yazılımları vb. birçok kod bulunmaktadır. Tüm bunlara karşı alınabilecek tedbirler sürekli güncellemelerle kullanıma hazırdır. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus, kullanılan bu yazılımların sürekli güncel tutulmalarıdır. Zararlı yazılımlar en büyük hasarı, yayınlandıkları andan ziyade üzerlerinden belirli bir süre geçtikten sonra vermektedirler. Bunun da en temel sebebi güncellemelerin ihmal edilmesidir. Bu tür yazılımlar dışında korsanlık olarak sınıflandırılan saldırılar da dikkate alınarak sistem tasarımları yapılmalıdır. Zararlı yazılımlar, sistemlerdeki açıkları kullanarak erişim sağlarlar ve amaçlarına ulaşırlar. Bu açıklar bazen sistem ayarlarından kaynaklanırken bazen de kullanılan işletim sistemi, veri tabanı veya uygulama yazılımlarından kaynaklanabilir. Bu tür açıklar için güncellemelere ek olarak alınacak en önemli tedbir, sistemlerin kötü amaçlı olmayan ataklarla test edilmesi ve bulunan açıkların kapatılmasıdır.

Kritik sistemler olarak tasniflenecek altyapılar için alınması gereken tedbirler daha da radikal olmalıdır. Devletin gizli kalması gereken bilgi ve sistemleri, askeri sistemler, nükleer santral veya benzeri kritik tesisler ile enerji, su, doğalgaz şebekesi gibi altyapılar ile bankacılık gibi hassas altyapılar farklı bir kategoride değerlendirilmelidir. Kullanılan tüm yazılım, erişim ve güvenlik altyapıları ile SCADA sistemlerinin arka kapılarının olabileceği değerlendirilerek sistem dizaynı yapılmalıdır. Bu tür altyapılarda milli yazılım ve sistemlerin kullanılmasına dönük çalışmalar planlanmalı ve adımlar hızlıca atılmalıdır. Hatta bu sistemlerin üzerinden çalıştığı fiber ağının bağımsız olması sağlanmalıdır. Almanya ve Rusya örneğinde olduğu gibi bu tür sistemlerde yaygın yazılımların kullanılması engellenmeli ve kontrol edilebilir çözümler yaygınlaştırılmalıdır. Açık kaynak kodlar bu çalışmalar için oldukça geniş bir imkân sunmaktadır. Bu alanda hazırlanmış ürünleri kullanmak tek başına yeterli olmayacaktır. Bu yazılımların tüm kodlarına vakıf kadrolar oluşturulmalı ve sürdürülebilirlik modellemesi yapılarak, yaşayan ve gelişen bir yapı oluşturulmalıdır. Olası sabotajlar için de testler, geliştiriciden tamamen bağımsız bir kurum tarafından yapılmalı ve ilgili yazılım bu aşamadan sonra kullanıma sunulmalıdır. Siber sabotajlar için yapılması gereken bir diğer çalışma da felaket senaryolarının hazırlanması ve sistemlerin otonom çalışmalarını sağlayacak acil eylem planlarının ve tatbikatlarının yapılmasıdır.

Son yıllarda iyice gündemimize giren bulut uygulamaları da ayrıca değerlendirilmelidir. Bazı verilerin bulutta saklanması engellenmeli, bazı durumlar içinse ulusal bir bulut altyapısı oluşturulmalıdır. Bulut yapılandırılmasında kullanılacak şifrelemeler ile ilgili çalışmalar yapılmalı ve mümkünse milli algoritmalar geliştirilmelidir. Bir olay gerçekleştikten sonra suçlunun kim olduğunun bilinmesinin bir anlamı yoktur. Suçlu kim olursa olsun zarar aynıdır.
Ülkenin siber savunması planlanırken atılacak adımlar da ayrıca değerlendirilmelidir. dDos gibi trafik tıkama saldırılarından, korsanlık ve sabotaj saldırılarına kadar tüm saldırılar için, ülkenin internet ve haberleşme girişleri kontrol altında tutulmalı ve gerekli önleyici yatırımlar yapılmalıdır. Bununla birlikte en önemli savunma saldırıdır yaklaşımı dikkate alınmalı ve ülkenin siber saldırı yapabilme kabiliyeti geliştirilmelidir. Kontrollü siber saldırı unsurları, başka ülkelerden gelebilecek olası sistematik saldırılar için caydırıcılık oluşturacaktır.

Son olarak eğer gerçek manada bir siber güvenlikten bahsedeceksek, kullanıcıların bilinçlendirilmesi temel zorunluluktur. Seçilen basit şifreler, güvensiz site ziyaretleri, rastgele bellek kullanımı, umursamazlık vb. birçok ihmal, alınan tüm tedbirlerin anlamsız hale gelmesini sağlamaktadır. Kullanıcıların özeni her türlü güvenlik sisteminin ön koşuludur ve bu hususta ilkokul çağlarından başlayan bir bilinçlendirme çalışmasına ihtiyacımız vardır.

İnsanların kritik bilgilerini jenerik bir mail sisteminde tutması, maillerin kolay erişim gerekçesiyle sürekli olarak bu sistemlerde tutulması ki çoğunluğuna ikinci defa bakılmamaktadır, güvensiz ortamlarda internete çıkılması, bilgisayarlarda ekran koruma şifresi bulundurulmaması, klasörlerin paylaşıma açılması, bilgilerin periyodik olarak yedeklenmemesi gibi onlarca küçük ihmal, çok büyük sorunlara sebep olmuştur ve bundan sonra da olmaya devam edecek gibi görünüyor. Yaşananlarda ders çıkarmak yerine, sorun kendi başına gelince akıllanan bir topluluk olmayı terk etmeliyiz.

Gerek dünya çapında yaşanan skandallar gerekse de özellikle 15 Temmuz işgal girişimi sonrası yüzleşmek zorunda kaldığımız gerçekler, siber tehdit konusunda bir farkındalık oluşturdu. İlk tutuklananlardan birinin başbakanlık bilgi işlem departmanında olması ne kadar ciddi bir konudan bahsettiğimizi ortaya koydu. Bu farkındalık sürekli diri tutulmalıdır. Güvenlik yatırımlarına hala bilişim yöneticilerinin karar verdiğini gördükçe yaşananlardan ders çıkarılmadığını düşünüyoruz. Güvenlik yatırımları konusunda atılması gereken adımlar stratejiktir ve üst yönetimi ilgilendirir. Bilişim yöneticilerini de töhmetten kurtaracak olan bu yaklaşım sayesinde daha güvenli sistemlere sahip olacağız. Ulusal seviyeden başlayarak kademe kademe yapılması gereken planlamalar ile hem kurumlar, hem özel sektör ve hatta bireylere varıncaya kadar siber savunma altyapımız sağlamlaştırılmalı ve sürekli tahkim edilmelidir.

Yerlileştirme Ama Nasıl?

Son yıllarda ciddi atılımlar yapan ülke ekonomisi, kamu yatırımları ve ihracat ile büyük bir değişim yaşadı. Yatırımların ilk yıllarında, yabancı yükleniciler, yabancı üreticiler ve hatta yabancı iş gücü sahne aldı. Bu durum proje maliyetlerinin yüksek, uygulama sürelerinin ise uzun olmasına sebep oldu. Yıllar içerisinde birçok projede yerli yüklenici ve iş gücü etkin aktör haline dönüştü. Bu dönüşümün doğal bir sonucu olarak yerli üreticilerin de projelerdeki payı yükseldi. Bu yükseliş, bir politikanın mı sonucu yoksa yerli yüklenicinin maliyetlerini kontrol etme refleksinin mi sonucu olduğu tartışmaya açık. Bazı projelerde yerlileştirme maddeleri olmakla birlikte, yerlileştirme konusunda gerekli tedbirlerin alındığını söylemek zor.

Yerlileştirmenin önünde temel bazı engeller var. Bunlar kısaca referans eksikliği, standartlara uyum, maliyet, kalite ve uluslararası sertifikasyon ihtiyaçları olarak sıralanabilir. Tüm kurumlar kendi uhdelerindeki projelerin sağlıklı bir şekilde ve vaktinde tamamlanmasından sorumlu. Bu kapsamda kullanılacak ürünlerin daha önceki projelerde kullanılmış olması, olası problemleri engellemek için bir güvence oluşturuyor. Bu durum yerli girişimcinin ürettiği ürünün ilk referansını elde etmesini güçleştiriyor. Bu konuda fırsat verilen bazı ürünlerin zaman içerisinde sorun çıkarması ise benzer durumlarda seçimlerin daha önce kullanılmış ve dolayısıyla yabancı üründen yana yapılmasını zaruri kılıyor.

Yerli ürünlerin beklentileri karşılamamasının en önemli sebepleri, üretilecek ürünlerle ilgili standartların oluşmamış olması, şartname maddelerinin detaylara inmeden, temel gereksinimlerle sınırlanmış olması, çoğunlukla ürün kopyalama yönteminin kullanılması, mühendislik hizmetlerinin gereğince yürütülmemiş olması ve gerekli testlerin uygun koşullarda yapılmaması olarak sıralanabilir.

Özellikle çok büyük projelerdeki küçük kalemler çoğunlukla hiç tanımlanmazken, işletmecinin tecrübesi ile proje uygulama safhasında netleşiyor. Basit bir klemensin dahi yurt dışından alınmasını salık veren kontrol teşkilatının, yerli ürünlere sırt dönmesinin nedeni işte bu eksiklikten kaynaklanıyor. Beş yıl sonra yerli ürün ne olacak, acaba bu zorlu şartlara karşı dayanabilecek mi gibi sorunlar, “denenmişi kullan, başını ağrıtma” refleksini doğuruyor. Yerli üreticinin sadece ürün tasarlama ve üretmenin ötesinde, test ve sertifikasyon ile de eş zamanlı olarak ilgilenmesi gerekiyor. Bu çalışmalar, kurumlara verilecek bir evrak olmaktan öte, ürünün istenen şartlara uygun, rekabet edebilir hatta üstün bir ürün olması için zaruri ve toplam maliyeti düşürücü faaliyetler olarak algılanmadığı sürece yerlileştirme çalışmaları düşe kalka ilerlemeye devam edecek.

Yerlileştirmenin politika halinde algılandığı başarılı uygulamalar dikkate alındığında doğru yol haritası da ortaya çıkıyor. Örneğin yerli ray üretimi ile ilgili TCDD ile Karabük Demir Çelik Fabrikaları’nın yaptığı çalışma bunun en başarılı örneklerinden birini teşkil ediyor. Bu denli büyük yatırım gerektiren ve potansiyel aktörlerin sınırlı olduğu alanlarda yürütülen çalışmalar, alım garantileri vb. çözümlerle yasal bir güvenceye alınırken, göreli küçük (yatırımcısı için gayet büyük) yatırımlar için benzeri bir mekanizma işletilemiyor. Halbuki benzer projelerdeki yeni fırsatlar ve makine parkının kullanılabileceği farklı ürünler dikkate alındığında, bu tür yerlileştirmeler de ciddi ekonomik canlılık üretmeye talip durumda.

Bin liraya yurt dışından getirilecek bir ürün, yerli olarak üretildiğinde en az beş altı farklı firma ve bunun birkaç katı işçi bu üretime katkı sağlıyor ve yurt dışına aktarılan kaynak ürün bedelinin belki onda birine veya daha altına düşebiliyor. Bu özellikle KOBİ’lerin iş potansiyelini yükseltirken bir aşama sonra yurt dışına ürün satar hale evrilmelerinin de ilk adımını oluşturuyor.

Peki bu kadar faydalı bir şey neden yapılmaz? Özellikle KOSGEB bu tür yatırımlarda ciddi destekler sağlıyorken ve girişimcinin risklerinin bir kısmı bu tür fonlarla karşılanabiliyorken neden yerlileştirme ağır aksak ilerliyor? İşte burada, yukarıda sıraladığımız sorunlar baş gösteriyor. Sorunları irdelersek, aşağıdaki tespitleri yapabiliriz.

  1. Bu tür yatırımları yapabilecek girişimcinin çoğunlukla bu fırsatlardan haberi olmuyor. Devasa bir yatırımın içerisindeki bir man holün, kompozit malzemeden üretilebileceğini, bu işi yapma potansiyeline haiz bir sanayici çoğunlukla fark edemiyor. Bu işlere talip yerli yüklenici veya alt yükleniciler böyle bir arayışa girdiğinde bu fırsat bir yatırımın tetikleyicisi olabiliyor, değilse yıllarca ya daha pahalı üretim teknikleri kullanılıyor ya da yurt dışından ürün tedarik edilmeye devam ediliyor. Bu konuda ihaleyi yapan idarelerle iletişime geçecek meslek örgütleri ve sivil toplum teşebbüslerine ciddi sorumluluklar düşüyor.
  2. Üretim ilk yatırım maliyetlerinin tek bir projeden karşılanamayacağı durumlarda, oluşan risk girişimciyi engelleyebiliyor. Halbuki gelecekteki projeler dikkate alındığında oluşacak fayda dikkate alındığında gayet faydalı olabilecek yatırımlar bu yüzden erteleniyor veya yapılmıyor. Burada Ar-Ge fonlarında aranan kriterlerin sıkılığı üzerine eleştiriler yapmak istiyorum. Yerlileştirmenin bir kısmı bu fonlarla karşılanabilirken, yenilikçilik olmadığı gerekçesi ile desteklenmeyen yerlileştirme çalışmaları, ciddi fırsatların yitirilmesine sebep oluyor. Asla ürüne dönüşmeyecek sözde Ar-Ge projelerine ayrılan kaynakların bir kısmının bu tür alanlara yönlendirilmesi ve daha ciddi kriterlerle denetlenmesi (örneğin üretim veya ürüne dönüşme garantisi, desteğin üretim sonrası satışla irtibatlandırılması vb.) sonucu ülke ekonomisine ciddi artı değerler eklenebilir.
  3. Üretim süreçlerinde oluşan kalite problemleri ise engellerin bir diğer boyutunu oluşturuyor. Mühendislik çalışmalarının önemsenmediği bir üretim süreci, en nihayetinde sürdürülebilir olmayan bir kalite kavramı oluşturuyor. Tamamen üretim maliyeti odaklı düşünmeye koşullanmış zihinler, toplam sahip olma maliyetini hesaba katmadığı için ürünler ya kullanılabilir durumda olmuyor ya da kullanan kurum veya girişimciyi canından bezdiriyor. Bu konu ile ilgili dikkat çekmek istediğim husus, ürün tariflerinin mühendislik parametreleri ile yapılması kousunda olacak. Yukarıda zikrettiğim man hole örneğinden yola çıkarsak, plastik veya kompozit malzemeden kaliteli bir ürün çıkaran kişi daha ikinci seferinde çok daha ucuz ama kalitesiz bir ürünü ikame olarak sunabiliyor. Burada problem ürünün sağlaması gereken özelliklerin tanımlanmamış olmasından başlıyor, kaç kilogram yük taşıyabilecek, toz ve su koruması ne olacak, çekme ve eğme direnci ne olacak, yanmazlık kriterleri, yaşlandırma beklentileri vb. birçok husus şartnamede detaylı bir şekilde veya bir standarda değinmek suretiyle tanımlanmadığı gibi, kurumun bilgi havuzunda da bu ürünle ilgili bir tanımlama bulunmuyor. İş tamamen kontrol teşkilatının tecrübesi ve yerlileştirmeye yaklaşımı ile baş başa bırakılıyor. Hâlbuki bir şekilde bu veriler hazırlanmış olsa, kalite koşulunu sağlamayan bir ürünün teklif edilmesi söz konusu olamayacağından, kontrol teşkilatı da gönül rahatlığı ile yerli ürünü kullanacaktır.
  4. Son olarak da sertifikasyon çalışmalarına değinmek istiyorum. Üretilen ürünlerin belirli standartları sağladığı ve bunun sürdürülebilir bir süreç olduğunun belgelenmesini sağlayan sertifikalar konusunda da ciddi bir açmazımız bulunuyor. Özellikle yurt dışına ürün satarken ihtiyaç duyulacak olan bu belgelerin bir kısmı ne yazık ki resmen satın alınıyor. Bu durum sertifikanın vadettiği sürdürülebilir kalitenin sağlanmamasına sebep oluyor. Hâlbuki üretim süreçlerinin iyileştirilmesini sağlayacak bu çalışmalar, şirketlerin genel iş yapma yaklaşımlarında da iyileştirmeler yaparak topyekûn ilerlemesine vesile olabilecekken, olay sadece kuruma evrak sunabilmek olarak algılandıkça beklenen faydalar sağlanamayacak. Bu kapsamda sertifikasyon kurumlarının denetlenmesi, KOBİ’lerin bu tür çalışmalar konusunda desteklenmesi ve talep edilen sertifikaların ürün ayıklayıcı değil ihtiyaç tanımlayıcı olmasının sağlanması çözüme katkı sağlayacaktır.

Yerlileştirme çalışmalarına daha fazla öncelik verilmesi konusunda, gerek kurumlar, gerek meslek örgütleri ve gerekse de sanayiciler tarafında yapılması gerekenlerin yapılması, geleceğe daha güvenle bakabilen bir ülkenin inşasında önemli bir tuğlanın yerine konması olacaktır. Bu konuda başarılı sonuçlar elde etmiş ülkelerin süreçlerinin incelenmesi de olumlu katkılar sunacaktır. Kaba işçilikten ziyade, artı değeri yüksek ve global pazara sunulabilir ürünler üretmek için ihtiyaç duyduğumuz “ilk müşteri” elimizin altında iken bu fırsatı kaçırmamalıyız. Devlet yatırımları son sürat devam ederken daha fazla yerli ürünün önü açılmalı ve bölgemizde yaşanan ve yüreğimizi yakan yıkımın süreci tamamlandığında başlayacak yeniden imar faaliyetlerinde daha fazla rol almak üzere hazır beklemeliyiz.